İftar Sofrası

20/03/2024

Geleneksel İstanbul yaşayışında Ramazan ayının da büyük bir manevi önemi vardı. Özellikle hali vakti yerinde olanların evlerinde, büyük konaklarda iftar sofraları herkese açıktı. Tanımadık kişiler ,yabancı yüzler yadırganmaz; sadece, kapıda duran bir ev görevlisi gelen kişinin giyimine, kuşamına, hal ve davranışına göre, onu uygun bir sofraya oturtturdu. Önemli konuklar, ev sahibi tarafından “diş kirası” diye değerli hediyeler verilerek uğurlanırdı. İftara gelen yoksul kişilerin ellerine de gene bir çeşit diş kirası ancak bu sefer bir miktar para sıkıştırılırdı. Usta yazar Refik Halid Karay’ın (1885-1965)Üç Nesil Üç Hayat’ında yer alan Ramazan’a ilişkin çocukluk anıları aynı zamanda bir üslup şahaseridir. “On iki ayın sultanı” ünvanıyla anılan Ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mide ile alakadardı; bu ayda israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer.İstanbul en nefis yemeklerin her “Merhaba” diyene sunulduğu muazzam bir imarethaneye dönerdi.
Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yok tu ki… Gözüne kestirdiğine girerdim. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetle tanışıldığını, isminizi, işinizi sormazdı. Sadece kapıda duran ağa, kılığınıza, kıyafetinize bakarak size yer gösterirdi. Ya büyük sofrada, ya orta sofrada, yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında…
Otur masanın bir kenarına: istersen ne konuş, ne dinle; yaranmaya çalışma; sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur; kahveni iç:usulcacık sıvış git… Kimse farkında olmaz onlar dahi acayip bulmazdı. Otuz gün Ramazan böylece, yabancı konuklarda iftar etmek suretiyle Lord gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı! “Ama unutmayalım, iftarın ta kendine özgü bir teşrifatı, bir adabı vardır: Nasıl sarayda padişah hem önemli devlet ve din adamlarına rütbelerine göre birer iftar ziyafeti veriyorsa, “zengin ve kübera” konuklarında da, iftar davetleri Ramazan’ın 15’inden itibaren başlardı. Top patlayınca, önce kısa bir dua ve besmele ile Kabe’den gelen zemzem suyu ile oruç açılır, daha sonra ağza bir hurma alınır ve bunu ramazan pidesi eşliğinde zeytin, peynir, reçel, turşu, sucuk, pastırma gibi öteki iftariyeliklerin tadımı izlerdi. Daha sonra tiryakiler sigara ya da çubuklarına sarılır, ardından akşam namazı eda edilirdi. Namazdan sonra da, asıl iftar yemeği başlardı. Çorba, daha sonra, sırayla çeşitli yemek ve tatlılar sofraya gelirdi. Genelde Ramazan süresince balık ve öteki deniz ürünlerine pek itibar olmazdı. Ramazan sofralarının bir başka özelliği ise, genellikle sessiz ve sakin yemek yeme alışkanlığının bu ay boyunca terk edilmesiydi. Nezihe Araz’ın vurguladığı gibi, “Alışılmışın dışında, bu sofralarda şakaya, zarif fıkralara vb…konuşmalara izin vardı. Bu arada Müsahipzade Celal’in Eski İstanbul Yaşayışı adlı ünlü eserinde sözünü ettiği, örneğin İstanbul’un hemen hemen her semtinde her mahhalesinde “selamlığı bulunan” varlıklı kişilerin evlerinde, konaklarında muhitin önde gelen insanlarının sırayla toplanıp konuştukları, hoşça vakit geçirdikleri “Helva sohbetleri” dışında özellikle Cuma geceleride adete göre yemekli sohbete dönüşen “Arifane ziyafetleri” de unutmayalım. Toplanan komşu ve ahpaplar arasında kura ile kimin belirtilen akşama hangi yemeği hazırlatıp toplantının yapılacağı eve getireceği önceden belirlenirdi. Müsahipzade’nin değindiği bu Arifane ziyaretlerde, sofraya gelen çorbalar, salatalar, kaburga dolması, pilavlı tas kebabı, bademli ve taratorlu kefal veya kırlangıç balığı, zeytinyağlı dolmalar, fincan, sigara, su ve puf börekleri, tel, yassı veya ekmek kadayıfı ve daha başka tatlılarla, sohbetin daha da ballandığı açıktı.

Posted in Genel
\

Rezervasyon Formu
Reservation Form

    error: İçerik korunmaktadır!